Depremde kaybettiğimiz tüm lubunyalara, Abdullah Molla’ya ve Begüm Kırık’a…
Bu yazıya başlarken depremde kaybettiğimiz tüm lubunya dostlarımızı, Abdullah’ı ve Begüm’ü anmak istiyorum. Onlar daha güzel bir dünya için; homofobiye, bifobiye, transfobiye, ırkçılığa ve her türlü ayrımcılığa karşı mücadele ediyorlardı. Mücadeleleri mücadelemiz, sesleri sesimiz olacak bundan sonra.
Işıklar yoldaşınız olsun.
Yaşanan Felaketin Ardından
Bir sabah uyandığımızda 10 şehirde, binlerce insanın enkaz altında yaşam mücadelesi verdiğini duyduk. Hissettiğimiz şey afeti yaşayanların hissettiklerinin yanında bir hiç gibi gelmekle birlikte dayanılmaz bir duyguydu. İlk 10 gün bir koordinasyona dahil olup bölgeye gidebilmenin yollarını ararken Ankara’da oluşturulan dayanışmaların birer parçası olmaya çalıştık. Günlerce yalnız haber okuyup, tweet’ler paylaştık. Bulunduğumuz alanlarda dayanışmayı örmeye çalıştık. Deprem bölgesine gidişimiz netleşene kadar ihtiyaç listeleri oluşturduk, elde edebildiklerimizi Ankara’ya gelmiş olan depremzedelere ulaştırdık. İnsanların enkaz altında duyulmayan sesleri olmaya çalıştık kilometrelerce öteden. Endişelendik, kaygılandık, ağladık, üzüldük ve en önemlisi -belki de en güçlü hissiyatımız- öfkelendik. Öfkemizin dinç kalması dileğiyle..
Malatya, Adıyaman ve Hatay’dan
10. günün sonunda Malatyadaydım. Günlerce kendimi fiziksel ve mental tüm zorluklara hazırlamıştım. Hazır olduğumu varsayarak yola çıktım. Gördüğüm ilk enkazın yarattığı hissi pek tarifleyemiyorum. Gittiğimde terk edilmeye yüz tutmuş bir şehir ve gidecek herhangi bir yeri olmayan depremzedeler kalmıştı. Çalışmalara bir aşevi kurarak ve gelen yardımları ihtiyaç doğrultusunda insanlara sağlayarak başladık. Bir parkta yaklaşık 10 çadır. Tüm bu çadırların ortasında bir sosyalleşme alanı olarak kullanılan sobamız vardı. Gece gündüz yanıyordu ve birçok insanı çevresinde topluyordu. -10’ları bulan hava durumu tüm şartları daha da zorlaştırıyordu. Çadırda kalmak bile yeterince güvenli ve sağlıklı değilken birçok insanın kalabileceği bir çadır bile yoktu. Çadırı olanın, çadırı ısıtacak sobası yoktu. Kapı kapı dolaşan bir çadır, bir soba ya da bir battaniye arayan insanlarla görüşüyorduk. Hepsinin sorduğu tek bir soru vardı: “Devlet nerede, AFAD nerede?”
Birkaç gün sahadan uzaklaştıktan sonra yeniden Malatya, Adıyaman ve Hatay sahalarında bulundum. Her şehrin kendine özgü şartları vardı. Deprem her yerde aynı yıkımları getirmişti fakat aynı ihtiyaçları doğurmamıştı. Adıyaman; Malatya’ya göre daha az göç verdiği için ve -muhtemel olarak- çoğunlukla Kürtler ve Aleviler yaşadığı için yardımlar gitmiyor ve bir şekilde engelleniyordu. Yerel halkın, aslında depremzedelerin kendi yaralarını sarmaya çalıştıklarını, öz örgütlenmelerini oluşturduklarını ve ihtiyaçları gidermeye çalıştıklarını gördük. Bu tam da depremzedelerin yapayalnız bırakıldıkları demek oluyor. Kaybettiği yakınları için yas tutacakları vakitleri yok. Doğup büyüdükleri şehirde taş üstünde taş kalmadığı için üzülecek vakitleri yok. Kalanlar için çalışıp mücadele etmek zorundalar. Adıyaman’a gittiğimiz gün kaybettiğimiz insanlar için bir mezar ziyareti yapıldı. Ne olursa olsun unutamayacağım bir an… Yüzlerce mezar, isimsiz ve bazıları kimsesiz. Bazı mezarların yanına -muhtemelen karışmaması için- hayatını kaybedenlerin kişisel eşyaları bırakılmıştı. Renkli şapkasıyla küçük bir kız, bareti ve işçi eldivenleriyle işçiler… Bunların hiçbiri hafızalardan silinmeyecek, silinmemesi için de bunları yazıyor ve çiziyoruz. Bizi öldüren şey deprem değil, depreme yönelik gerekli önlemlerin alınmamasıydı.
Malatya ve Adıyaman’dan sonra sıra Hatay sahasına gelmişti. Yüzleşmekten en korktuğum şehir Hatay’dı. Çünkü geriye Hatay diye bir şehir kalmış mıydı bilmiyordum. Kırıkhan yolu üzerinde yaklaşık 35 çadırın olduğu bir alanda durduk. 35 çadır, yaklaşık 50 aile vardı bu alanda. Gebeler, gençler ve çocuklar… Sağlık, hijyen ve psikososyal desteğe en ihtiyaç duydukları zamanda bir başlarına kalmışlardı. Etnik kimliklerinden ötürü çadır alanlarından dışlanmış Çingeneler. Normal şartlarda da birçok hizmete erişimleri çok kısıtlıyken afet sürecinde insanlarla dayanışabilecekleri tek alan olan çadır kentlerden kovulmuşlar. Hiçbir yerden çadır bulamayıp sonunda da naylonları gerip köşelere de tahtalar diktikleri çadırlarda kalıyorlar. Elektrik, duş ve tuvaletleri yok. Tüm bunlar yaşanırken, hayatta kalmak büyük bir çaba haline gelmişken bunun dışındaki herhangi bir ihtiyaç gözetilmiyor.
Biliyoruz ki normal şartlarda dezavantajlı olan gruplar afet ve kriz dönemlerinde herkesten daha fazla etkileniyorlar. Göçmenler, Kürtler, Aleviler, Çingeneler, LGBTİ+’lar, kadınlar ve çocuklar. Ne tarafa yönelirsek yönelelim her alanda bir ihmal, istismar, ayrımcılık beliriyor karşımızda. Konumlanacağımız nokta da tüm bunların tam karşısı olmalı. Bunların karşısında dayanışmayı ve mücadeleyi örmeliyiz. Odağımızın öznesi depremzedeler; öfkemizin muhatabı da yaşanan hak ihlallerine sebep olan ve ihlalleri uygulayanlardır.
Deprem bölgesinde bulunan bir gönüllü olarak şunları özellikle belirtmek istiyorum:
İnancımız, dayanışmamız ve örgütlülüğümüz sürdükçe bu şehirleri kendi ellerimizle inşa edeceğiz. Bizler bu şehirleri terk etmiyoruz!